12 Ekim 2012 Cuma

Sinema - Red Dragon

Red Dragon - 2002


Psikolojik yetenekleri olan emekli bir FBI ajanı, gizemli bir seri katil olan "Diş Perisi"ni yakalamak için görevlendirilir. Ona yardım eden kişi ise hapisteki suç dehası Hannibal "Yamyam" Lecter'dır.


Hannibal Lecter serisinde kronolojik olarak The Silence of the Lambs'ten bir önceki kısım. Yazarın seride yazdığı ilk roman aynı zamanda. Hatta henüz The Silence of the Lambs filmi bile çekilmeden bu kitap Manhunter ismiyle filme çekilmiş, ancak muhtemelen pek de başarılı olamamış.

Film, The Silence of the Lambs ile birçok konuda benzeşiyor. Lecter hapiste ve aynı hücresinde. Seri bir katilin peşine düşen FBI ajanı, Lecter'dan aynı Clarice Staring gibi yardım istiyor. Ancak bu ikisinin, yani Lecter ve Ajan Graham'ın bir hukuku var. Graham, Lecter'ı yakalayan kişi.

Anthony Hopkins yine başarılı. Ancak gözler onun 10 yıl önceki halini arıyor. Zaten ilk filmden daha genç bir Lecter canlandırdığı için, Hopkins'in bu yaşlı hali biraz da tuhaf kaçıyor.

Edward Norton, sinemanın önemli yeteneklerinden ve başarılı oyuncularından kabul edilir. Ben de birçok filmini izledim ama bu adamı pek sevemiyorum. Bu filmde de sesiyle, tavırlarıyla, saçıyla bilmemnesiyle bana çok itici geldi.

Kimliği belki de biraz erken açığa çıkarılan manyak katil rolünde Ralph Fiennes oldukça iyi bir performans sergilemiş. O psikopat ruhu ekranda görebiliyorsunuz. Takma dişleri de bizim karanlık Lordumuz Voldemort'u andırmıyor değil hani.

Kör insan karakterlerini canlandırmak hep zordur, ama bu işi iyi yapanları da hep takdir ederim. Emily Watson iyi iş çıkarmış.

Filmde hoşuma gitmeyen, teknik olarak çok zayıf yangın sahneleri var. Böyle iddialı kadrosu olan bir devam filmine yakıştıramadım. Ayrıca 80'lerde geçen hikayede, o yılların dekorlarına, giysilerine, saç şekillerine hiç rastlayamadım. Sanki bu kimsenin aklına gelmemiş.

The Silence of the Lambs'in yanından bile geçemez, Hannibal'den hallice. Sonlardaki ters köşe şık olmuş.

Seride Anthony Hopkins'e veda ederken Jodie Foster'a tekrar saygılarımı iletiyorum.

7 / 10

(03.08.2011)


Gezi - Erfurt & Weimar / Almanya

Erfurt & Weimar / Almanya

Frankfurt'ta bir gün dolaştıktan sonra yaklaşık 3 saatlik bir tren yolculuğu ile Weimar'a geldik. Geceyi burada geçirip, ertesi gün Weimar'daki işimizi halledip akşam 5 gibi tekrar trene binecektik ve havaalanına gitmek üzere Frankfurt'a yollanacaktık.

Weimar çok küçük bir şehir. Emin değilim belki de kasabadır. Otele kayıt yaptırıp sırt çantalarımızı bıraktıktan sonra şöyle bir şehir merkezine gittik. Otelimiz zaten Goetheplatz denen yerdeydi. Şehir merkezi de burasıymış. Ortada Goethe ve Schiller'in (iki şair-yazar) el sıkıştığı bir heykel olan genişçe bir meydan. Bu meydanda bir kafede oturup bir şeyler içtik. Sessiz, sakin bir yerdi. Dışarıda pek de insan yoktu. Weimar bu kadardı işte.

Weimar'daki işimiz beklediğimizden bir-iki saat daha erken bitti. Frankfurt'a dönüşteki rotamızda bulunan Erfurt'ta biraz vakit geçirmeye karar verdik.

Erfurt, Almanya'nın doğusundaki Thüringen eyaletinin başkenti. Eski Doğu Almanya sınırları içerisindeymiş.

Erfurt Hauptbahnhof'ta trenden indik. Bir 7-8 dakika yürüyüşle Anger meydanına geldik. Burada birçok mağaza, kafe, restoran var ve işlek bir yer.


Brezel alıp bir kafeye oturduk. Burada bir Türk garsonla karşılaştık. Erfurt'taki Türk sayısının az olduğunu söyledi, canının çok sıkıldığını, sadece para kazanmak için orada olduğunu da ekledi. Biraz Türkiye ve futbol sohbeti yaptık.

 
Daha sonra yine çok uzak mesafede olmayan Fischmarkt meydanına ve Domplatz'a gittik. Bu sırada gift shop'a uğramayı da ihmal etmedik.

Dom çok güzel. Çok büyük bir meydanı var. Bir kartpostalda gördüğümüz üzere yılbaşında çok güzel oluyormuş. Frankfurt'ta gördüğümüz Dom'dan çok daha görkemli ve dikkat çekiciydi.


Doğu Almanya'nın genel yapısı mıdır bilmem ama sanki diğer Alman şehirlerine göre daha az sarı saçlı insan vardı. Erfurt'ta siyah ve kıvırcık saçlı insanlar çoğunluktaydı.

Nüfus ve gelişmişlik olarak çok daha geride olsa da Erfurt'un turistik açıdan Frankfurt'tan bir eksiği yok. Sonuç olarak iki şehri de 2-3 saat içinde rahatça gezip bitirebilirsiniz.


(31.07.2011)

11 Ekim 2012 Perşembe

Sinema - Hannibal

Hannibal - 2001


Hannibal Amerika'ya döner ve gözden düşmüş olan Ajan Starling'le temas kurup intikam peşinde olan bir kurbanın elinden kurtulmaya çalışır.


The Silence of the Lambs filminden hem konu olarak hem de yapım olarak 10 yıl sonrasını izliyoruz.

Clarice Starling karakteri bu kez Julianne Moore tarafından canlandırılıyor. Yine kararlı, kendine güvenen bir profil çiziyor. Ama bu kez daha sivri, çok daha agresif. Önceki filmde yükselişini izlediğimiz, herkesin gözdesi olan Starling'in bu kez düşmanı çok fazla ve kariyeri de sallantıda.

İyi bir oyuncu olsa da gözler hep Moore'un yerine Jodie Foster'ı arıyor. Ben açıkçası film boyunca Moore'a bir türlü ısınamadım.

Geçen on yıl Anthony Hopkins'i çok yaşlandırmış. İyi bir performans gösteriyor yine, ama o efsane oyunculuğunun yanından bile geçemiyor. Şöyle bir karşılaştırma geliyor aklıma: Hannibal'de Anthony Hopkins oynuyor, The Silence of the Lambs'te ise Hannibal Lecter oynuyordu.

İlk filme göre oyuncu kadrosu güçlendirilmiş. Gary Oldman ve Ray Liotta var. Gerçi ben Oldman'ın oynadığını bir yarım saat sonra anlayabildim. Başarılı makyaj yapılmış, ama gözü yoran ve çok rahatsız edici bir suratla karşımızda.

Filmdeki Avrupa, daha doğrusu Floransa atmosferi hoş. Ama bu biraz ilk filmdeki o sürekli basınç ve kasveti kaldırmış oluyor. Tarihi binalar ve cafeler gerilimi azaltıyor.

Filmin sonunu ise her mide kaldırmaz. Yamyamlığın sınırları zorlanmış. Kendi beynini yiyen Ray Liotta'nın karizması yerlerde.

Kötü bir film demiyorum, zaten Ridley Scott'tan da kötü bir film beklenmez. Ancak ilk film kadar vurucu, etkileyici değil. Seriyi sevenler için kaçırılmayacak bir bölüm.

7 / 10

(27.07.2011)


Sinema - The Silence of the Lambs

The Silence of the Lambs - 1991


Bir FBI öğrencisi, kurbanlarının derilerini yüzen bir seri katili yakalamak için karşısındaki insanları etkisi altına alabilen hapisteki bir katilden yardım almak ve sırlarını ona açmak zorundadır.


Televizyonda çok kez gösterilen ve benim de orasından burasından yakalayıp izlediğim filmi 4-5 yıl önce orijinal dilinde kesintisiz izlemiştim. Şimdi Haniibal Lecter serisini baştan sona izlemek istiyorum ve bu filmle başlangıç yapıyorum.

Etkisi yıllarca süren, hala konuşulan ve birçok film için referans gösterilen, kucak dolusu Oscar alan bu film için söylenecek pek de bir şey yok.

Gencecik, çıtır bir Jodie Foster, geçmişte yaşadıkları yüzünden kendine hırs yapan başarılı bir FBI ajanı adayını canlandırıyor. Aldığı Oscar'ı sonuna kadar hak eden çok iyi bir performans sergilemiş. Anthony Hopkins ile tuhaf bir ikili oluyorlar filmde. Karakterin derinliğini ve kıvrak zekalılığını (kendisi de çok zeki bir insan olduğundan olsa gerek) çok iyi yansıtıyor. Daha 30'unu doldurmadan ikinci Oscar'ını cebine atan Foster'ın kariyerinin zirve noktası.

Gelelim Anthony Hopkins'e. O güne kadar genelde efendi, aklı başında rollerde tercih edilen bu 'cool' amcanın bu rolü bu kadar iyi oynayacağı kimin aklına gelirdi? Hannibal Lecter, zaten başarılı bir aktör olan Hopkins'i alıyor ve bir efsaneye dönüştürüyor. Hatırladığım kadarıyla 'En İyi Erkek Oyuncu' Oscar'ını alan en kısa rol bu. Abi ekranda 11-12 dakika kadar gözüküyor, ama öyle bir mühür vuruyor ki... Duruş, bakışlar, konuşma, bazen coşma, 'cool' tavırlar. Daha ne desem bilemiyorum.

Lecter karakterinin bu filmde yansıyan kısmı buzdağının görünen parçası. Dağın tamamını bakalım diğer filmler ne kadar anlatabilecek?

Psikolojik gerilim türünün bu eşsiz başyapıtını hala izlemeyen var mıdır?

9 / 10

(26.07.2011)