11 Kasım 2011 Cuma

Sinema - Downfall

Downfall (Der Untergang) - 2004


Adolf Hitler'in son sekreteri Traudl Junge, Nazi diktatörün 2. Dünya Savaşı'nın sonunda Berlin'deki sığınağında geçen son günlerini anlatıyor.


2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Almanya yönetimi ve ordusunun yaşadığı kaos, yıkım ve çalkantıların mükemmel bir şekilde anlatıldığı film.

Senaryo çok değerli bir kere. Yıllardır tartışılan birçok şeye ışık tutuyor. Hitler'in son günleri, tuhaf davranışları, ağzından tükürükler saçarak bağırmaları, kısacası kafayı yemesi anlatılmış, hem de Bruno Ganz'ın mükemmel oyunculuğuyla. 

Savaş sahneleri, patlamalar, binaların yıkılması, kol ve bacakların kesilmesi ve kopması, ölümler, intiharlar, infazlar. İhanet, sadakat, inat, gurur. Savaşın içinde yaşanan her şey çok çarpıcı bir şekilde resmedilmiş.

Film belki biraz uzun ve ağır, ama anlattıkları o kadar vurucu ki, mutlaka izlenmeli.

8 / 10
 
(22.05.2011)

 

18 Ekim 2011 Salı

Sinema - The Family Man

The Family Man - 2000

 

Başarılı bir yatırım uzmanına, bir gün hayatının farklı şekillenmiş halini görme şansı verilir. 
Bir sabah uyandığında spor arabası ve kız arkadaşının yerine, karşısında minibüsünü ve karısını bulur.


Filmi ilk kez 4-5 yıl önce şehirlerarası bir otobüs yolculuğunda görmüştüm ve yarıda kalmıştı. O yüzden çok merak ediyordum.

Konu açısından benim ilgimi çekmişti zaten. Paralel evren mantığıyla, yapılan farklı tercihler sonucu yaşanan iki farklı hayatı anlatıyor. 

Nicolas Cage'i Adaptation filminden beri pek sevmiyorum, artık antipatik geliyor bana. Hele son yıllarda iyice kendini bozdu. Bu film herhalde benim beğendiğim Nicolas Cage'in son filmlerinden.

Değişik, ilginç, izlenmesini tavsiye edebileceğim bir film. 

7 / 10

(20.05.2011)

14 Ekim 2011 Cuma

Edebiyat - Harry Potter ve Ateş Kadehi

J.K. Rowling - Harry Potter ve Ateş Kadehi
(Harry Potter and the Goblet of Fire)


Harry Potter serisinin dördüncü kitabı ilk üç kitaptan biraz daha farklı. Serinin artık çocuk kitabı olmaktan tamamen uzaklaştığı ilk kitap bu. Karakterler derinleşiyor, konu karmaşıklaşıyor. Kitabı iyice anlamak için daha dikkatli okumak gerekiyor. Kısacası çerez bir kitap değil.
Serinin tüm filmlerini izledim. Hiçbir zaman çok sıkı bir takipçi olmasam da hep keyifle rakip ettim. Kitapları da okuyup konuya tamamen hakim olmak istedim. Bu fantastik dünyayı seviyordum sonuçta.
İlk üç kitap beni fazla zorlamadı. Hem kısa, hem de anlatımı çok açık, çocuklara hitap eden kitaplardı. Her kitap bittiğinde hemen filmleri tekrar izledim. İki türden de zevk aldım. Konuyu tam bilerek filmleri izlemek daha keyifli oldu. Kitaplar da çok uzun, çok karmaşık olmadığı için filmlere sığmayan pek de konu kalmıyordu aslında.
Ama bu dördüncü kısımda her şey değişti. Kitap bir kere uzun. Başta çok ayrıntılı bir Quidditch Dünya Kupası bölümü var. Bu bölüm de dahil kitabın geneli filme göre çok ayrıntılı ve karmaşık. Filmi izleyince sanki uzun metrajlı bir filmden fotoğraf kareleri görüyormuş gibi oluyor insan. Hani ortaokulda lisede ödev verilir ya kitap özeti çıkarın diye. Tembel bir öğrenci de her sayfadan birer ikişer cümle alıp çakar. Film onun tadında.
Kitabı çok yoğun okuduğumu, bitirmek için dört elle sarıldığımı söyleyemem. 1 aydan uzun bir zamana yaymış oldum. Zaten bu kadar uzun süre devam edebilen bir konu 2 saatlik bir filme sığdırılınca çat diye bitiyor tabi.
Ateş Kadehi, serinin güzel kitaplarından. Büyücülük Sanatı’nın İngiltere dışında taşması, Fransız aksanlı bayan büyücüler ve tuhaf Bulgar büyücüler bu fantastik dünyaya genişlik katıyor. Bir ara Türkiye Quidditch Takımı’nın bile konusu geçiyor. Komiğime giden hoş bir ayrıntı.
Zümrüdüanka Yoldaşlığı kitabı ile seriye devam edeceğim. Bu dördüncü kitaba kadar, seriyi filmlerden çok iyi biliyor, karakterleri iyi tanıyordum. Ancak bundan sonra hakimiyetim azalıyor. Kitaplar önemli şeyler açıklayacak bana.
(10.07.2011)

Sinema - Driving Miss Daisy

Driving Miss Daisy - 1989


A.B.D.'nin güneyinde yaşayan yaşlı bir kadın ile Afro-Amerikan şoförü arasında yıllar boyunca büyüyen ve gelişen bir ilişki vardır.


Samimi, sıcacık film derler ya bazı filmlere, işte bu da onlardan biri. 1989 En İyi Film Oscar adayları yıllar geçse de hep hatırlanan filmler olmuştur benim için (Field of Dreams, Dead Poets Society, Born on the Fourth of July ve My Left Foot). Driving Miss Daisy ise bu beşli arasında ödülü kucaklamış.

Jessica Tandy ve Morgan Freeman'ın oyunculukları harika. Özellikle Freeman'ınki her zaman hatırlayacağım bir performans. Tandy ise En İyi Aktris Oscar'ını alan en yaşlı bayan olarak tarihe geçiyor.

Küçük bir karakter grubu içinde geçse de; film, ırkçılık ve o zamanki sosyal ilişkiler hakkında çok büyük mesajlar veriyor.

Çok uzayıp da baymayan, etkileyici, duygusal ve de komik birçok sahnesi olan, çok kolay izlenebilen başarılı bir film.

8 / 10

(20.05.2011)

26 Eylül 2011 Pazartesi

Gezi - Frankfurt / Almanya

Frankfurt am Main / Almanya 
Almanya’nın doğusundaki Weimar şehrine bir iş ziyareti yapmamız gerekti. Şirketten bir arkadaşımla Almanya’ya geldik. Weimar’a gitmek için en uygun yol, önce İstanbul’dan uçakla Frankfurt’a gelmek, daha sonra da 2,5 – 3 saatlik bir tren yolculuğuyla Weimar’a geçmekti. Böylece Frankfurt’u gezip görmek için 1 gün de ayırabilmiş olacaktık. 
Atatürk Havalimanı’ndan her zamanki gibi hava trafiği nedeniyle rötarlı kalkan THY uçağı ile Frankfurt’a yerel saatle 11 civarı iniş yaptık. İlk izlenimimiz daha önce de duyduğumuz gibi Frankfurt Havalimanı’nın çok büyük olmasıydı. Çok çok büyük. 
Tren biletlerini almak nedense bu sefer uğraştırdı beni biraz. Sonunda Weimar’a gidiş-dönüş bileti aldık. Havaalanından trene bindik ve Frankfurt Hauptbahnhof’ta indik. Akşam 5’e kadar şehir bizimdi. 

Bavullarımızı tren garına kilitledikten sonra küçük çantalarımızla gezintiye başladık. Gardaki Tourist Info bürosundan 50 Cent’e bir şehir haritası kaptık ve gardan dışarı çıktık. Tam karşıdaki Kaiserstrasse’de yürüdük. Erotik mekanlarıyla meşhur bu caddede yemek yiyen, atıştıran takım elbiseli çalışan tayfa da vardı. Saat tam öğle yemeği saatiydi zaten. 
Bir süre yürüdükten sonra kendimizi Römerberg Meydanı’nda bulduk. Zaten hedefimiz de öncelikle Altstadt’ı gezmekti. Römerberg’teki hoş binalara baktık, birkaç fotoğraf çektik. Gift Shop’tan ufak tefek bir şeyler aldıktan sonra kulesini gördüğümüz Kaiserdom’a gitmeye karar verdik.

Daha önce Düsseldorf, Köln, Münih, Stuttgart ve Heidelberg’i gezmiş görmüş olan ben Frankfurt’u bunların arasına sokamadım. Çok küçük, cansız bir Altstadt var. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla 2. Dünya Savaşı’nda şehrin tarihi dokusu neredeyse tamamen yok olmuş. Şehirdeki insan sayısı da gerçekten az. Küçücük bir şehir olan Heidelberg bile daha kalabalıktı. Açıkçası Frankfurt’a daha baştan pek ısınamadım.
Dom’a gelmeden önce kapısını açık gördüğümüz Nikolaikirche’ye girdik. Çok küçük, çok sade ve hiçbir özelliği olmayan bu kilisede 5 dakika bile durmadık.
Dom’un içi haliyle daha güzeldi. Bu binanın 2. Dünya Savaşı’ndaki akıbetini bilmiyorum ama duvarları çok yeni duruyor. İçeride çok büyük bir org, ilgi çeken heykeller ve figürler var. Yine de şimdiye kadar gördüğüm Avrupa katedrallerine göre biraz zayıf kaldı.
Dom’dan çıktık ve Main Nehri’ne doğru yollanmaya karar verdik. Tesadüfen Dom’un kulesine çıkılabildiğini öğrendik. 3 Euro verip kapıdan girer girmez kasvet adeta üstümüze çöktü. Sarmal şekilde çıkan, daracık, tek kişinin sığabildiği 325 merdiven basamağı (dönüşte saydım). Zaten girişte de “Climb at own risk” yazıyordu. Hakkaten kalp hastaları ve kapalı alan korkusu olanlar için çok riskli olabilir. Çık çık bitmedi. Bizim de nefesimiz kesildi zaten, kan ter içinde kaldık. En sonunda tepeye ulaştığımızda ise çok hoş bir manzarayla karşılaştık. Yaklaşık 100 metre yüksekten tüm Frankfurt görülebiliyor. Main Nehri aşağıda uzanıyor, şehrin bozulan tarihi dokusu belki de yapılan gökdelenlerle telafi edilmeye çalışılmış. Kule tepesindeki alan çok dardı ama, sadece oturmak için küçük banklar vardı. Manzarayı seyredip, biraz da dinlenip aşağıya inmeye başladık. İniş çıkış kadar zor olmasa da henüz günümüzün başında oldukça yorulmuştuk. 

Bir gayretle nehre doğru yürüdük. Main Nehri’nin hemen yanındaki patikada ilerledik. İstanbul Boğazı’nın bir hayranı olarak, boğazın güzelliğinin yanına bile yaklaşamayan Avrupa’daki bu nehirlere pek ısınamıyorum. Daha önce Ren Nehri’ni, Tuna Nehri’ni, Zürih Gölü’nü ve Boden Gölü’nü görmüş biri olarak Main Nehri’nde hiç etkilenmedim. 

Gün içinde hava sıcaklığı bizi çok zorlamadı. Sanırım 19-20 derece civarındaydı. Arada bir güneş çıkıyor, arada bir esinti geliyordu. Benim sevdiğim havalardı yani. Nehirden sonra tekrar şehrin içine doğru yol aldık. Uşaklı olan bir Türk’ün marketinden 50 Cent’e Sırma marka sularımızı alıp Zeilstrasse’ye çıktık. Alışveriş merkezi ve mağazaların çoğunlukta olduğu bu caddede Hauptbahnhof istikametinde bayağı bir yürüdük. MyZeil denen büyük bir alışveriş merkezine girdik. Buranın en büyük yerlerinden biri olan MyZeil’a İstanbul’daki alışveriş merkezleri bin basar.
Goetheplatz’a geldiğimizde bir restoranda yemek molası verdik ve güzel birer biftek yedik. Çıkıp Römerberg Meydanı’nı tekrar turladık. Sonrasında kahve içtik ve tren saati yaklaştığı için Hauptbahnhof’a doğru yola koyulduk.
Dediğim gibi Frankfurt gördüğüm diğer Alman şehirlerine göre biraz sönüktü bence. Ayrıca rahatsız edici yoğunlukta, çok fazla Türk gördük. Burada bu kadar çok olduklarını bilmiyordum.
Bir gün Frankfurt için yeterli. Görmediğimiz birçok yer olabilir ama kaçırdığımız çok şey olduğunu sanmıyorum.


(28.07.2011)

21 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - Dreamgirls

Dreamgirls - 2006


Aynı adlı Broadway müzikalinden uyarlanan bu filmde, üç siyahi bayan vokalistten oluşan soul müzik grubunun 60'lı yılların başında pop müzik listelerindeki yükselişleri anlatılıyor.

(http://www.imdb.com/title/tt0443489/)

Daha canlı ve eğlenceli, daha sürükleyici bir film izlemeyi umuyordum ancak beklediğim gibi çıkmadı. Beyonce'nin sesi ve güzelliği de durumu kurtaramamış.

Jennifer Hudson başarılı bir performans sergilemiş, ancak bu ilk filminde Oscar'ı kapıp götürecek de bir oyunculuk göremedim açıkçası.

Kaypak menajer rolünde Jamie Foxx, burnu havada bencil şarkıcı rolünde de Eddie Murphy vasatın biraz üzerinde.

Filmdeki bazı şarkılar fena değil. Ancak sürekli şarkıya dönüştürülen diyaloglar zaman zaman komikleşiyor.

Kıyafet ve dekor olarak zamanının renkli dünyasını iyi yansıtmış, genel anlamda hayal kırıklığı yaratacak bir film.

6 / 10

(14.05.2011)

14 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - All Quiet on the Western Front

All Quiet on the Western Front - 1930


Genç bir asker, 1.Dünya Savaşı'nın tüyler ürpertici vahşetini görünce derin bir hayal kırıklığı yaşar.


Erich Maria Remarque'ın romanından uyarlanan bu film, 1927 yapımı sessiz film Metropolis'ten sonra izlediğim en eski film. Sesli sinemanın da ilk örneklerinden.
Filmle ilgili insanı düşündükçe şaşırtan gerçekler var. Bu zamana kadar çok sayıda 2.Dünya Savaşı filmi izlemiş biriyim. Genelde filmlere konu olan savaş da budur. Ama bir film düşünün, çekildiği esnada henüz 2.Dünya Savaşı başlamamış ve 1. Dünya Savaşı'nı anlatıyor.

Patlama sahneleri, savaş sahneleri, kalabalık çekimler zamanının çok ötesinde. 60'lı 70'li yıllarda bile bu tarzda çok kötü filmler var, ama bu 1930 yapımı. Dile kolay bindokuzyüzOTUZ. Belki de sinema sanatının ilerleyen yıllarda ne kadar büyük bir fenomen olacağının, ne kadar çok paralar harcanacağının ilk göstergesi. Gerçekten inanılır gibi değil.

Savaşın kötü olduğunun mesajı çok net verilmiş. Şimdiki gibi dolambaçlı yollardan, türlü kurgusal numaralarla, iç içe hikayelerle değil. Doğrudan, samimi ve çok açık bir mesaj.

Oyunculuklar fena değil, ama günümüze göre biraz zayıf kalıyor. Zaten film de oyunculuklarla değil, verdiği mesajla ön plana çıkmak istiyor.

Herhalde tüm savaş filmlerinin atası olan bu yapım gerçek bir klasik.

7 / 10

(30.04.2011)

9 Eylül 2011 Cuma

Sinema - Lawrence of Arabia

Lawrence of Arabia - 1962



Gösterişli ve tartışmalı bir hayatı olan İngiliz askerini ve onun 1. Dünya Savaşı'ndaki görevi esnasındaki çelişkili bağlılığını konu alan epik uyarlama.

(http://www.imdb.com/title/tt0056172/)

Çok emek harcanmış, zamanına göre çok da para harcanmış, büyük çaplı bir yapım.

Filmde anlatılanlara bakıldığında bir Türk olarak antipati duymamak, Lawrence karakterine de gıcık olmamak elde değil doğrusu. Öyle sığ bir yorum değil tabi ki bu, film aslında hem Türklere, hem Araplara hem de İngilizlere dokunduruyor.

Bu yaşına kadar Oscar'a birçok kez aday olup bir türlü ödülü alamayan Peter O'Toole'a üzülürdüm ama bu filmde hiç beğenmedim. Hiç de karizmatik biri değilmiş.

Omar Sharif ve Anthony Quinn ise acayip oynamışlar. İkisinin de gençlik hallerini ilk kez izliyorum. Hakkaten efsane oyuncularmış.

Alec Guinness'i neredeyse tanıyamıyordum. Filmde öyle pek gözükmüyor, belki de süper bir oyunculuk da sergilememiş ama çok şaşırtıcı.

Film gereğinden fazla uzatılmış ve neredeyse 4 saati buluyor. O kadar ki 4-5 seferde izleyebildim. Halbuki 3 saat rahatça yeterdi.

Tarih kitaplarında hep okuduğumuz, "Yüzyıllarca iyi ilişkiler kurulan Araplar kışkırtılarak Türkleri arkadan vurdu." hikayesini filmde de olsa görmek insana biraz hüzün veriyor.

6 / 10

(12.04.2011)
 

7 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - The Other Boleyn Girl

The Other Boleyn Girl - 2008


İki kızkardeş Kral VIII. Henry'nin aşkını kazanmak için birbirleriyle mücadele eder.

(http://www.imdb.com/title/tt0467200/)

Film piyasaya çıktığında oldukça ilgi görmüş, çok konuşulmuştu. Ama elle tutulur bir ödüle aday gösterilmeyince herhalde şişirme diye düşünüyordum. Ancak beklediğimden çok daha iyi bir film çıktı.

Kostümler, dekorlar çok başarılı bir kere. Zamanını çok iyi yansıtıyor. Para ve emek harcandığı aşikar.

İhtiras, ihanet, tutku ekrana hem oyunculuklarla, hem müziklerle iyi yansıtılmış. Hırs uğruna insan kardeşini, kızını bile satabiliyor. Bu mesaj izleyicinin gözüne sokulmuş. Zaten sonu da hüzünlü bir şekilde bitiyor.

Natalie Portman bu sağlam kadroda birkaç adım önde, çok iyi bir oyunculuk sergilemiş. Oscar ödülü aldığı 'Black Swan' filmindeki performansından neyi eksik anlamadım.

7 / 10

(30.04.2011)

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Sinema - Breakfast at Tiffany's

Breakfast at Tiffany's - 1961



New York sosyetesinden genç bir bayan, apartmanına yeni taşınan genç adama ilgi duymaya başlar.

(http://www.imdb.com/title/tt0054698/)

Film, Truman Capote'nin romanından sinemaya uyarlanmış ancak sanıyorum romana az miktarda sadık kalınmış.

Romantik komedi türünün ilk örneklerinden. Çok derinlik, karmaşıklık, kafayı yoran bir senaryo beklemek zaten hata olur. Çerez tadında bir film.

Audrey Hepburn karakteriyle uyuşmuş, başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Erkekleri peşinden koşturan, hafifmeşrep, çılgın, dengesiz, dağınık bir bayanı canlandırıyor. Karşı cinsi önce tavlayıp sonra kullanıyor, bazen de delirtiyor.

A Takımı dizisinden tanıdığımız George Peppard'ın ise gençliğinde bu kadar karizmatik bir delikanlı olduğunu hiç bilmiyordum. Adam tam bir jönmüş.

Filmde Mickey Rooney'nin canlandırdığı Uzakdoğulu komşu karakterini es geçmemek gerek. Çok komikti gerçekten.

60'lı yılların New York'u. Binalar, dekorasyonlar, kılık kıyafet tam da zamanını yansıtıyor. O yıllara dönmek adına hoş görüntüler sergilenmiş.

Gelelim filmin müziğine. Filme Oscar getiren şarkı "Moon River", inanılmaz güzellikte bir klasik. Tek bu şarkı defalarca dinlenir ve her şeye değer. Filmin geri kalanındaki arka fon müzikleri de hoş olmuş. Karakterler, ortam, şehir, gündüz, gece; tüm unsurlar müzikle uyuşuyor.  

Film çok önemli bir klasik, kabul ediyorum. Zamanına göre de oldukça başarılı. Ama sadece bir film olarak baktığınızda sürükleyici ve heyecanlı olduğunu söyleyemeyeceğim. Yine de izlenmesi gerekir.

7 / 10

(12.01.2011)

2 Ağustos 2011 Salı

Sinema - Cop Land

Cop Land - 1997



New York City polislerinin yaşadığı varoş bir New Jersey kasabasının şerifi, yavaş yavaş buranın mafya bağlantılarının ve kanunsuz işlerin döndüğü bir yer olduğunu keşfeder.

(http://www.imdb.com/title/tt0118887/)  

Derinliği olan, karmaşık ama başarılı bir senaryo. Uzun zamandır izlediğim filmler arasında "Sonunda ne olacak acaba?" sorusunu bana en çok sorduran film oldu. Polisiye, gerilim, dram bir arada iyi işlenmiş ve kendini gerçekten izlettiriyor.

Sylvester Stallone, ömür boyu başkalarının gölgesinde yaşayan, "All best girls are taken." mantığıyla evlenip çoluk çocuğa karışmayan, "loser" şerif karakterini yapabileceği en iyi şekilde canlandırmış. Tüm Rocky ve Rambo serisini izlemiş biri olarak Stallone'nin en iyi performansı diyebilirim. Zaten ilk Rocky filminden sonra Razzie ödülüne aday gösterilmediği nadir filmlerden.

Harvey Keitel ve Ray Liotta da fena oynamamışlar. Az görünse de Robert De Niro yine bildiğimiz sağlam bir De Niro. Erkek ağırlıklı bu kadro genel olarak başarılı.

New York ve New Jersey. Eldeki malzeme zaten güzel, daha ne olsun. Pilot çekimler başarılı. Garrison'daki tipik Amerikan kasabası havası da iyi yansıtılmış.

Soundtrack'te öne çıkan bir parça yok. Bu bir eksiklik olabilir belki. Ancak gerilim, dram, heyacan arka fondaki müzikle çok iyi destekleniyor. Howard Shore, The Lord of the Rings öncesinde iyi bir ısınma turu yapmış.

Oyuncu kadrosu ilgi çekici olan bir film neden hiç sükse yapmamış diye düşünürdüm, herhalde film kötü olduğu içindir derdim. Ancak beklediğimin çok üstünde bir polisiyeyle karşılaştım. Kurgu da gayet iyi, sizi içine çeken, sürükleyen bir senaryosu var. Belki 1997 yılındaki Titanic patlamasının kurbanı olmuştur. Ancak hiçbir ödüle aday olmaması enterasan.

8 / 10

(28.12.2010)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Sinema - The Good, the Bad and the Ugly

The Good, the Bad and the Ugly (Il buono, il brutto, il cattivo) -1966

Ödül avında dolandırılan iki adam, üçüncü birine karşı zorunlu bir ittifak yaparlar ve bu üç ödül avcısı uzak bir mezarlıkta gömülmüş olan servet değerindeki altınları bulmak için birbirleriyle yarışırlar.


Sergio Leone'nin 60'lı yıllardaki efsanevi Western üçlemesinin son bölümü. Sinema tarihinin belki de en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen bu filmde ben beklediğimi bulamadım.

İlk iki filme göre teknik açıdan çok daha ileride, daha çok para, daha çok emek harcandığı da aşikar. Kesinlikle izlenmesi gereken önemli bir film, ona da sözümüz yok.

İlk iki filmde bir özgünlük vardı. Olaylar belli karakterler etrafında dönüyordu ve bu mistik karakterlerin şekillendirdiği küçük bir dünyanın içine sürükleniyordunuz. İç savaşla ilgili hiçbir şeye değinilmemişti. Bu filmde ise birçok mesaj vermeye çalışılmış. Bu da o özgünlüğü kaybettiriyor.

Üç ana karakter de çok iyi canlandırılmış. Oyunculuklar çok başarılı. Kötü gerçekten kötü, çirkin de çirkin, iyi ne kadar iyi o tartışılır.

7 / 10

(20.05.2011)

26 Temmuz 2011 Salı

Sinema - Conspiracy Theory

Conspiracy Theory - 1997



Jerry Fletcher her yerde komplolar gören birisidir. Ama bunu sürekli olarak yaparsınız, günün birinde kendinizi bir komplonun içinde bulursunuz.


Geneline baktığınızda iyi bir senaryo. Sürükleyici, beyni zorlayıp düşünmeye iten, takip edilmesi gereken bir konu. Ama küçük mantık hataları, "Yok artık" dedirtip güldüren sahneler de yok değil. Bazı yerler fazlalık gibi durabiliyor. Yine de film sizi sonuna kadar götürüyor.

Mel Gibson bu karakter için çok doğru bir seçim. Zaten beğendiğim bir oyuncudur, burda da rolünün hakkını vermiş. O çılgın, kafası gidip gelen, paranoyak karakter Gibson'la özdeşleşiyor.

Julia Roberts, Gibson kadar dikkat çekici olmasa da fena oynamamış. Erin Brockovich öncesi demlenme aşamasında. Karşısında da Braveheart'tan çıkmış bir Mel Gibson var. Biraz geride kalması çok da normal.

Diğer oyunculardan göze batan pek olmasa da genel oyunculuk iyi.

Dekorlar ve görüntü başarılı. Taksiyle gezilen ve yukarıdan görülen New York hoş. Gibson'ın canlandırdığı karakterin evi de çok iyi düzenlenmiş. Akılda filmle ilgili önemli izler bırakan sahneler geçiyor bu evde.

Filmde "Can't Take My Eyes Off of You" şarkısı önemli bir yer tutuyor. Finalde de bunun çalınması hoş olmuş.

Filmle ilgili hatırladığım bir konu da, filmde geçen ABD Başkanı'nın 7,4 şiddetinde yaşanan deprem nedeniyle iptal ettiği Türkiye ziyaretinden kısa süre sonra 1999 depremini yaşamamız. Zaten komplo üstüne kurulan bir filmdeki bu anektot çok konuşulmuştu.

Yıllardır izlemek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bir filmdi. Özellikle ikinci yarı fena değildi. Gibson'dan beklediğim performansı görebildim.

Genele bakınca ilgi çekici, sürükleyici bir senaryo. Ama arada boşluklar ve çıkntılar var. Bir yerden sonra saçmalığa dönüşen noktalar var. Neden filmin bir klasiğe dönüşmediği de burada yatıyor.

7 / 10

(12.12.2010)

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Sinema - For a Few Dollars More

For a Few Dollars More (Per qualche dollaro in più) - 1965



Bir kanun kaçağını yakalamak için birbirinden çok farklı amaçları olan iki ödül avcısı işbirliği yaparlar.

(http://www.imdb.com/title/tt0059578/)

Sergio Leone'nin "The Man with No Name" üçlemesinin ikinci filmi sürükleyicilik ve izlenebilirlik açısından ilk filme göre biraz daha zayıf kalmış.

Ancak bu filmde özellikle Lee Van Cleef'in de katılımıyla oyunculuk performansları yüksek ve ilk filme göre karakterler biraz daha derinleşiyor.

Tek başına belki çok süper bir film değil, ancak serinin ikinci filmi olduğu için ve de önemli bir Western klasiği olduğu için izlenmesi gerekli.

Serinin tümünde çok başarılı olan Ennio Morricone imzalı film müzikleri bu filmde de yine dikkat çekici.

7 / 10

(15.05.2011)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Sinema - Romeo + Juliet

Romeo + Juliet - 1996



Shakespeare'in ünlü oyununun orijinal dilini kaybetmemiş haliyle Verona'nın kenar mahallelerine uyarlanmış çağdaş bir versiyonu.

(http://www.imdb.com/title/tt0117509/)

Romeo ve Juliet'in hikayesini şurdan burdan herkes duymuştur, ancak özgün hikayenin diyaloglarını bire bir taşıyan bu uyarlamayla hikayenin tamamını görebiliyorsunuz.

Klişe bir deyimle "çağdaş bir uyarlama" olmuş. Shakespeare hikayesini böyle görse mezarında bir ters takla atardı herhalde. Bu "çağdaş"lığa alışıp onu benimsemek biraz vakit alıyor yalnız. İlk yarıyı feda etmek gerekebiliyor.

Konunun içindeki karakterler doğrudan özgün hikayeden alınmış. Fakat oyunculuk açısından vasatı aşamıyorsunuz.

Benim her zaman beğendiğim oyunculardan olan Leonardo Dicaprio, bu toy ve tam olgunlaşmamış haliyle bile rolünün gereğini vermiş. Üstüne bir şey katmış mı tartışılır ama en azından gerekeni yapmış.

Diğer oyuncularda bu ışığı belirli kısımlarda yakalayabiliyorsunuz, özellikle Claire Danes ve Pete Postlethwaite'de, ancak genel manada zayıflar.

"Çağdaş" uyarlama dedik ama insan gözünün de bir sınırı var. Garip gömlekli, tuhaf modifiye arabalar kullanan, acayip silahlar taşıyan, renkli renkli saçlı sakallı adamları izlemek beni biraz yordu.

Helikopterli pilot çekimler zaman zaman güzel görüntüler yakalamış. Renkli, canlı, bol ışıklı, cıvıl cıvıl bir film. Ama biraz abartıya kaçıyor.

Tha Cardigans'tan "Lovefool" soundtrack'in önemli bir parçası. Des'ree'nin ve kilisedeki çocuğun sesleri duygu verici. Bunlar dışında da müziklerde kayda değer bir şey yok.

Diyaloglar çok yorucu. Alışmak çok zor. Bir süre sonra hikayenin içine giriyorsunuz da ancak öyle alışıyorsunuz.

İlk yarı zor geçiyor, yorucu ve sıkıcı. İkinci yarı ise fena değil. Aşk, ayrılık, acı işin içine girince tempo ve heyecan biraz olsun artmış. Değişik bir tarz olduğu için, filmdeki emeğe ve cesarete saygı duyulur.

6 / 10

(04.12.2010)

15 Temmuz 2011 Cuma

Sinema - Evita

Evita - 1996



Kalitesiz filmlerde rol alan Arjantinli bir aktrisken Arjantin Devlet Başkanı Juan Peron'un karısı olmayı en sonunda başaran, Arjantin'de hem en çok sevilen hem de en çok nefret edilen kadın olan Evita Duarte'nin hayatını anlatan ünlü müzikal.

(http://www.imdb.com/title/tt0116250/)

Sonu hüzünlü biten belgesel tadında bir film. Yer yer sıkıcı olsa da özellikle ikinci yarısı kolay izleniyor. Müzikal olarak belki de bir klasik olmaya aday, ancak 2 saati aşkın bir süre boyunca ağızdan çıkan her sözün müzikle söylenmesi insanı bazen sıkıyor.

Ölüm, hele ki genç yaşta ölüm, her zaman hüzünlüdür. Bu hüzün filmin tamamında çok iyi yansıtılmış.

Madonna'nın sesine, şarkıcılığına diyecek bir söz yok. Ama oyunculuğu her zamanki gibi tartışılır. Antonio Banderas ve Jonathan Pryce bir şeyleri kurtarıyor, ancak o da bir yere kadar.

Açıkçası Madonna ve canlandırdığı karakter Eva Peron özdeşleşmesi bir şekilde tutmuyor. "Ben Madonna'yım, sesim güzel, biz bir film çekiyoruz, Evita'yı ben oynuyorum, ama hala sizin bildiğiniz Madonna'yım.", der gibi.

Dönemin Arjantin'i gerçekte nasıldı açıkçası bilmiyorum ama bu haliyle izlemek hoşuma gitti. Dönemin giyim tarzı, dekorlar, binalar, sokaklar bence hoş olmuş.

Bir müzikalde müzikleriniz iyi değilse zaten baştan kaybedersiniz. Madonna tabi burdaki en büyük avantaj. Banderas'ın gıcık edici İspanyol aksanı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

"Don't Cry for Me Argentina" ve "You Must Love Me" varken şarkılarla ilgili çok da bir şey söylemeye gerek kalmıyor. Ancak dediğim gibi ağızdan çıkan her sözü müziğe dökerseniz bir yerden sonra o hoş melodileri kaybediyorsunuz. Kafiye de kaçıyor bazen, bu da kulağı tırmalıyor.

İlk yarı biraz ağır gitse de sonlara doğru konu derinleştikçe ve hüzün arttıkça filmden zevk alıyorsunuz. Madonna'dan başkası Evita'yı canlandırsa film daha iyi olur muydu tartışılır, ancak o kişi şarkıları bu kadar güzel söyler miydi o da tartışılır.

7 / 10

(25.09.2010)

14 Temmuz 2011 Perşembe

Sinema - The Bounty Hunter

The Bounty Hunter - 2010




Bir ödül avcısı bir sonraki hedefinin o sırada bir cinayetin örtbas edilmesi üzerine çalışan bir gazeteci olan eski karısı olduğunu öğrenir. Her zaman uçlarda yaşayan bu ikili tekrar biraraya gelince, kendilerini hayatlarına mal olabilecek bir maceranın içinde bulurlar.

(http://www.imdb.com/title/tt1038919/)

Konu çok dağınık işlenmiş. Açıkçası ilk yarım saat boyunca parçaları birleştirmekte zorlandım. Senaryoya bakılınca da pek öyle ilginç bir şey değil.

İki ana karakterimiz de oldukça sığ, mazideki aşklarını kameraya taşıyamamışlar gibi. Gerard Butler da Jennifer Aniston da yapmacık kaçan oyunculuklarıyla vasatı geçemiyorlar.

Olay New York'ta geçiyor. Mekanlar söz konusu olduğunda göze batan herhangi bir kusur yok ama göze hoş görünen, akılda kalıcı bir nokta da yok.

Enstrümantal olarak filmin arkasını dolduran, filme hayat veren bir müzik yok. Kesha'nın "Your Love Is My Drug" şarkısı her soundtrackte olmasını isteyeceğiniz başarılı bir seçim. Golf sahası sahnesindeki "Stayin' Alive" akılda kalan nadir unsurlardan.

Film sürükleyicilikten uzak. Ne romantik, ne komedi, bu tarzın filmi olarak da pek başarılı değil. Aktrisimizin güzelliği ve aktörümüzün yakışıklılığıyla belki bazı şeyler kurtarılabilirdi ancak onların da gayet antipatik hallerini görüyoruz.

Beklentisi olanları hayal kırıklığına uğratır.

5 / 10

(24.09.2010)

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Sinema - Vicky Cristina Barcelona

Vicky Cristina Barcelona - 2008


İspanya'da yaz tatilini geçiren iki kız arkadaş aynı ressama ilgi duymaya başlarlar. Ancak ressamın çalkantılı bir ilişki yaşadığı eski karısının tekrar ortaya çıkacağından habersizdirler.

(http://www.imdb.com/title/tt0497465/)

Klasik "tatilde başka bir ülkeye giden ve aşık olan, fikirleri değişen insanlar" konusundan biraz daha ilginç. Ya da şöyle demek gerek, aynı konu daha hoş bir şekilde işlenmiş.

Karakterlerin hemen hepsi öyle her gün rastlayamadığımız, dengesiz, uçuk ve çılgın tipler. Vicky karakteri bile bunlara sonradan dahil oluyor.

Penelope Cruz'un oyunculuğu mükemmel, Oscar almasına hiçbir şekilde söz söylenmez. Javier Bardem de oldukça başarılı. Scarlett Johansson bu ikilinin yanında nispeten zayıf kalmış. Rebecca Hall da bu oyunculara eşlik ederken hiç sırıtmıyor.

Cruz ve Johansson'un insan üstü güzelliklerinin yanında Hall'un duru ve enteresan güzelliği filme renk katmış. Bardem'in karizmasına da diyecek yok.

Woody Allen'ın tipik puslu, kasvetli New York'undansa güneşli, denizli, cıvıl cıvıl Barcelona tercih sebebidir. İnsana huzur veren mekanlar hem konuyla bütünleşiyor, hem de filmde temponun düştüğü anlarda izlenebilirlik sağlıyor.

Filmin konusuna ve mekana uygun olarak Flamenko gitarlar tek kelimeyle cuk oturmuş. Dinlendirici ve hoş bir müzik var.

Oyunculukları görmek, güzel bir Barcelona izlemek için hoş bir film. Ortalarda biraz ağırlaşıyor ancak yine de rahatça izlenebiliyor.

7 / 10

(18.09.2010)

Sinema - A Fistful of Dollars

A Fistful of Dollars (Per un pugno di dollari) - 1964




Açgözlülük, gurur ve intikam ile paramparça olmuş bir kasabada, gezgin bir silahşör iki düşman aileyi birbirine düşürür.

(http://www.imdb.com/title/tt0058461/)

Sergio Leone'nin o meşhur spaghetti western üçlemesini izlemeyi uzun zamandır istiyordum. Bildiğim kadarıyla konu ve karakterler tam olarak birbirinin devamı da değil ama sonuçta üçleme olarak kabul ediliyor.

İlk film sanırım serinin en az ses getiren filmi. Bu film bu kadar hoşuma gittiğine göre diğerleri nasıl çıkacak kim bilir.

Clint Eastwood'un bu halini ilk kez izliyorum. Neden bir western efsanesi olduğunu şimdi anladım. Geleceğe Dönüş III filmindeki tüm göndermeleri de bu filmde görebiliyoruz. Adamın zaten duruşu yetiyor. Gerisi teferruat. Tam bir jön gerçekten.

İçinde olduğumuz 2011 yılı düşünüldüğünde film teknik açıdan bazı zayıflıklar barındırıyor. Artık dalga geçilen birçok klişe de mevcut, ancak kurgusal olarak zamanının çok ötesinde. Bunu da Akiro Kurosawa'nın 1961 yapımı Yojimba filmine borçluyuz belki de.

Sürükleyici, hiç baymayan, heyecanlı, süper bir western klasiği.

8 / 10

(14.05.2011)