26 Eylül 2011 Pazartesi

Gezi - Frankfurt / Almanya

Frankfurt am Main / Almanya 
Almanya’nın doğusundaki Weimar şehrine bir iş ziyareti yapmamız gerekti. Şirketten bir arkadaşımla Almanya’ya geldik. Weimar’a gitmek için en uygun yol, önce İstanbul’dan uçakla Frankfurt’a gelmek, daha sonra da 2,5 – 3 saatlik bir tren yolculuğuyla Weimar’a geçmekti. Böylece Frankfurt’u gezip görmek için 1 gün de ayırabilmiş olacaktık. 
Atatürk Havalimanı’ndan her zamanki gibi hava trafiği nedeniyle rötarlı kalkan THY uçağı ile Frankfurt’a yerel saatle 11 civarı iniş yaptık. İlk izlenimimiz daha önce de duyduğumuz gibi Frankfurt Havalimanı’nın çok büyük olmasıydı. Çok çok büyük. 
Tren biletlerini almak nedense bu sefer uğraştırdı beni biraz. Sonunda Weimar’a gidiş-dönüş bileti aldık. Havaalanından trene bindik ve Frankfurt Hauptbahnhof’ta indik. Akşam 5’e kadar şehir bizimdi. 

Bavullarımızı tren garına kilitledikten sonra küçük çantalarımızla gezintiye başladık. Gardaki Tourist Info bürosundan 50 Cent’e bir şehir haritası kaptık ve gardan dışarı çıktık. Tam karşıdaki Kaiserstrasse’de yürüdük. Erotik mekanlarıyla meşhur bu caddede yemek yiyen, atıştıran takım elbiseli çalışan tayfa da vardı. Saat tam öğle yemeği saatiydi zaten. 
Bir süre yürüdükten sonra kendimizi Römerberg Meydanı’nda bulduk. Zaten hedefimiz de öncelikle Altstadt’ı gezmekti. Römerberg’teki hoş binalara baktık, birkaç fotoğraf çektik. Gift Shop’tan ufak tefek bir şeyler aldıktan sonra kulesini gördüğümüz Kaiserdom’a gitmeye karar verdik.

Daha önce Düsseldorf, Köln, Münih, Stuttgart ve Heidelberg’i gezmiş görmüş olan ben Frankfurt’u bunların arasına sokamadım. Çok küçük, cansız bir Altstadt var. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla 2. Dünya Savaşı’nda şehrin tarihi dokusu neredeyse tamamen yok olmuş. Şehirdeki insan sayısı da gerçekten az. Küçücük bir şehir olan Heidelberg bile daha kalabalıktı. Açıkçası Frankfurt’a daha baştan pek ısınamadım.
Dom’a gelmeden önce kapısını açık gördüğümüz Nikolaikirche’ye girdik. Çok küçük, çok sade ve hiçbir özelliği olmayan bu kilisede 5 dakika bile durmadık.
Dom’un içi haliyle daha güzeldi. Bu binanın 2. Dünya Savaşı’ndaki akıbetini bilmiyorum ama duvarları çok yeni duruyor. İçeride çok büyük bir org, ilgi çeken heykeller ve figürler var. Yine de şimdiye kadar gördüğüm Avrupa katedrallerine göre biraz zayıf kaldı.
Dom’dan çıktık ve Main Nehri’ne doğru yollanmaya karar verdik. Tesadüfen Dom’un kulesine çıkılabildiğini öğrendik. 3 Euro verip kapıdan girer girmez kasvet adeta üstümüze çöktü. Sarmal şekilde çıkan, daracık, tek kişinin sığabildiği 325 merdiven basamağı (dönüşte saydım). Zaten girişte de “Climb at own risk” yazıyordu. Hakkaten kalp hastaları ve kapalı alan korkusu olanlar için çok riskli olabilir. Çık çık bitmedi. Bizim de nefesimiz kesildi zaten, kan ter içinde kaldık. En sonunda tepeye ulaştığımızda ise çok hoş bir manzarayla karşılaştık. Yaklaşık 100 metre yüksekten tüm Frankfurt görülebiliyor. Main Nehri aşağıda uzanıyor, şehrin bozulan tarihi dokusu belki de yapılan gökdelenlerle telafi edilmeye çalışılmış. Kule tepesindeki alan çok dardı ama, sadece oturmak için küçük banklar vardı. Manzarayı seyredip, biraz da dinlenip aşağıya inmeye başladık. İniş çıkış kadar zor olmasa da henüz günümüzün başında oldukça yorulmuştuk. 

Bir gayretle nehre doğru yürüdük. Main Nehri’nin hemen yanındaki patikada ilerledik. İstanbul Boğazı’nın bir hayranı olarak, boğazın güzelliğinin yanına bile yaklaşamayan Avrupa’daki bu nehirlere pek ısınamıyorum. Daha önce Ren Nehri’ni, Tuna Nehri’ni, Zürih Gölü’nü ve Boden Gölü’nü görmüş biri olarak Main Nehri’nde hiç etkilenmedim. 

Gün içinde hava sıcaklığı bizi çok zorlamadı. Sanırım 19-20 derece civarındaydı. Arada bir güneş çıkıyor, arada bir esinti geliyordu. Benim sevdiğim havalardı yani. Nehirden sonra tekrar şehrin içine doğru yol aldık. Uşaklı olan bir Türk’ün marketinden 50 Cent’e Sırma marka sularımızı alıp Zeilstrasse’ye çıktık. Alışveriş merkezi ve mağazaların çoğunlukta olduğu bu caddede Hauptbahnhof istikametinde bayağı bir yürüdük. MyZeil denen büyük bir alışveriş merkezine girdik. Buranın en büyük yerlerinden biri olan MyZeil’a İstanbul’daki alışveriş merkezleri bin basar.
Goetheplatz’a geldiğimizde bir restoranda yemek molası verdik ve güzel birer biftek yedik. Çıkıp Römerberg Meydanı’nı tekrar turladık. Sonrasında kahve içtik ve tren saati yaklaştığı için Hauptbahnhof’a doğru yola koyulduk.
Dediğim gibi Frankfurt gördüğüm diğer Alman şehirlerine göre biraz sönüktü bence. Ayrıca rahatsız edici yoğunlukta, çok fazla Türk gördük. Burada bu kadar çok olduklarını bilmiyordum.
Bir gün Frankfurt için yeterli. Görmediğimiz birçok yer olabilir ama kaçırdığımız çok şey olduğunu sanmıyorum.


(28.07.2011)

21 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - Dreamgirls

Dreamgirls - 2006


Aynı adlı Broadway müzikalinden uyarlanan bu filmde, üç siyahi bayan vokalistten oluşan soul müzik grubunun 60'lı yılların başında pop müzik listelerindeki yükselişleri anlatılıyor.

(http://www.imdb.com/title/tt0443489/)

Daha canlı ve eğlenceli, daha sürükleyici bir film izlemeyi umuyordum ancak beklediğim gibi çıkmadı. Beyonce'nin sesi ve güzelliği de durumu kurtaramamış.

Jennifer Hudson başarılı bir performans sergilemiş, ancak bu ilk filminde Oscar'ı kapıp götürecek de bir oyunculuk göremedim açıkçası.

Kaypak menajer rolünde Jamie Foxx, burnu havada bencil şarkıcı rolünde de Eddie Murphy vasatın biraz üzerinde.

Filmdeki bazı şarkılar fena değil. Ancak sürekli şarkıya dönüştürülen diyaloglar zaman zaman komikleşiyor.

Kıyafet ve dekor olarak zamanının renkli dünyasını iyi yansıtmış, genel anlamda hayal kırıklığı yaratacak bir film.

6 / 10

(14.05.2011)

14 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - All Quiet on the Western Front

All Quiet on the Western Front - 1930


Genç bir asker, 1.Dünya Savaşı'nın tüyler ürpertici vahşetini görünce derin bir hayal kırıklığı yaşar.


Erich Maria Remarque'ın romanından uyarlanan bu film, 1927 yapımı sessiz film Metropolis'ten sonra izlediğim en eski film. Sesli sinemanın da ilk örneklerinden.
Filmle ilgili insanı düşündükçe şaşırtan gerçekler var. Bu zamana kadar çok sayıda 2.Dünya Savaşı filmi izlemiş biriyim. Genelde filmlere konu olan savaş da budur. Ama bir film düşünün, çekildiği esnada henüz 2.Dünya Savaşı başlamamış ve 1. Dünya Savaşı'nı anlatıyor.

Patlama sahneleri, savaş sahneleri, kalabalık çekimler zamanının çok ötesinde. 60'lı 70'li yıllarda bile bu tarzda çok kötü filmler var, ama bu 1930 yapımı. Dile kolay bindokuzyüzOTUZ. Belki de sinema sanatının ilerleyen yıllarda ne kadar büyük bir fenomen olacağının, ne kadar çok paralar harcanacağının ilk göstergesi. Gerçekten inanılır gibi değil.

Savaşın kötü olduğunun mesajı çok net verilmiş. Şimdiki gibi dolambaçlı yollardan, türlü kurgusal numaralarla, iç içe hikayelerle değil. Doğrudan, samimi ve çok açık bir mesaj.

Oyunculuklar fena değil, ama günümüze göre biraz zayıf kalıyor. Zaten film de oyunculuklarla değil, verdiği mesajla ön plana çıkmak istiyor.

Herhalde tüm savaş filmlerinin atası olan bu yapım gerçek bir klasik.

7 / 10

(30.04.2011)

9 Eylül 2011 Cuma

Sinema - Lawrence of Arabia

Lawrence of Arabia - 1962



Gösterişli ve tartışmalı bir hayatı olan İngiliz askerini ve onun 1. Dünya Savaşı'ndaki görevi esnasındaki çelişkili bağlılığını konu alan epik uyarlama.

(http://www.imdb.com/title/tt0056172/)

Çok emek harcanmış, zamanına göre çok da para harcanmış, büyük çaplı bir yapım.

Filmde anlatılanlara bakıldığında bir Türk olarak antipati duymamak, Lawrence karakterine de gıcık olmamak elde değil doğrusu. Öyle sığ bir yorum değil tabi ki bu, film aslında hem Türklere, hem Araplara hem de İngilizlere dokunduruyor.

Bu yaşına kadar Oscar'a birçok kez aday olup bir türlü ödülü alamayan Peter O'Toole'a üzülürdüm ama bu filmde hiç beğenmedim. Hiç de karizmatik biri değilmiş.

Omar Sharif ve Anthony Quinn ise acayip oynamışlar. İkisinin de gençlik hallerini ilk kez izliyorum. Hakkaten efsane oyuncularmış.

Alec Guinness'i neredeyse tanıyamıyordum. Filmde öyle pek gözükmüyor, belki de süper bir oyunculuk da sergilememiş ama çok şaşırtıcı.

Film gereğinden fazla uzatılmış ve neredeyse 4 saati buluyor. O kadar ki 4-5 seferde izleyebildim. Halbuki 3 saat rahatça yeterdi.

Tarih kitaplarında hep okuduğumuz, "Yüzyıllarca iyi ilişkiler kurulan Araplar kışkırtılarak Türkleri arkadan vurdu." hikayesini filmde de olsa görmek insana biraz hüzün veriyor.

6 / 10

(12.04.2011)
 

7 Eylül 2011 Çarşamba

Sinema - The Other Boleyn Girl

The Other Boleyn Girl - 2008


İki kızkardeş Kral VIII. Henry'nin aşkını kazanmak için birbirleriyle mücadele eder.

(http://www.imdb.com/title/tt0467200/)

Film piyasaya çıktığında oldukça ilgi görmüş, çok konuşulmuştu. Ama elle tutulur bir ödüle aday gösterilmeyince herhalde şişirme diye düşünüyordum. Ancak beklediğimden çok daha iyi bir film çıktı.

Kostümler, dekorlar çok başarılı bir kere. Zamanını çok iyi yansıtıyor. Para ve emek harcandığı aşikar.

İhtiras, ihanet, tutku ekrana hem oyunculuklarla, hem müziklerle iyi yansıtılmış. Hırs uğruna insan kardeşini, kızını bile satabiliyor. Bu mesaj izleyicinin gözüne sokulmuş. Zaten sonu da hüzünlü bir şekilde bitiyor.

Natalie Portman bu sağlam kadroda birkaç adım önde, çok iyi bir oyunculuk sergilemiş. Oscar ödülü aldığı 'Black Swan' filmindeki performansından neyi eksik anlamadım.

7 / 10

(30.04.2011)